İran devriminin öncesi ve sonrası I İran saray hayatı nasıldı
Şah Muhammed Rıza, Şehzade Rıza, Şahbanu Farah
Değerli okurlar,
İran’ın kadim topraklarında kelimeler sadece kaleme dökülmez; adeta yaşanır. Hafız’ın içten gelen aşk hikayeleri ve Firdevsî’nin kahramanlık öyküleri, bu coğrafyanın ruhunu şekillendiren ana damarlar gibidir. Savaşın ve şiirin, ziyafetin ve zühdün bu kültürde birbirine zıt değil, aynı hedefe ulaşmak için yürüyen farklı yollar olduğunu görürüz. İran’ın tarihi, yalnızca şair mısralarında değil, imparator ve imparatoriçelerin taçlarında, orduların izinde ve sarayların gölgesinde yeniden can bulur. Bu mirası günümüze taşıyan önemli unsurlardan biri de Büyük Selçuklu İmparatorluğu’dur. 11. yüzyılda İran coğrafyasını sarsılmaz bir siyasi güçle etkisi altına alan Selçuklular, bu topraklara sadece kılıçla değil, aynı zamanda ilim ve şiirle de hükmettiler. Nizâmülmülk’ün siyasetnâmeleriyle yapılandırılan adalet anlayışı, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah’ın seferleriyle taçlandırıldı; ancak bu dönem, Ömer Hayyam’ın göklerle sohbet ettiği, medreselerin bilgiyle dolup taştığı bir çağ olarak da hatırlanır. Selçuklu saraylarında düzenlenen ilim ve edebiyat meclisleri, Firdevsî’nin Şehnâme’sindeki kolektif bilincin yeni nesil temsilcilerini oluşturdu.
Yüzyıllar sonra, 1971’de düzenlenen Persepolis ziyafeti, bu köklü tarihsel ihtişamı yeniden sahneye taşımak amacı taşıyordu. Şah Muhammed Rıza Pehlevî, Darius ile Xerxes’in ruhunu gün yüzüne çıkararak modern İran’ı antik Pers ihtişamına bağlama çabasına girmişti. Fakat bu görkemli gösteri, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bilge tevazusundan veya Hafız’ın içsel derinliğinden çok uzak kalmıştı. İşte bu kopukluk, yönetim ile halk arasındaki mesafenin bir simgesi haline geldi.
Bu mesafe, 1979 İran İslam Devrimi ile tamamen parçalandı. Camilerde yankılanan devrim sözcükleri, eskiden Selçuklu medreselerinde yükselen ilmin sesini anımsatsa da, bu sefer halk geçmişin sadece ihtişamını değil, aynı zamanda adaletini de talep ediyordu. İran, artık Firdevsî’nin mitolojik kahramanlarını değil, devrimci figürleri öne çıkarıyordu. Sonrasındaki yıllarda, İran’ın İsrail gibi bölgesel rakiplerle girdiği örtülü mücadeleler, geçmişin meydan muharebelerinin yerini siber savaşlara ve vekil çatışmalara bıraksa da, temelinde toprak, kimlik ve güç meselesini barındırıyordu. İran, Selçuklu döneminde olduğu gibi, bir yandan kendi iç kimliğini korumaya çalışırken diğer yandan bölgesel etkisini artırmaya gayret ediyordu.
Böylece Hafız’ın aşkı, Firdevsî’nin zafer anlatıları, Selçuklu’nun adalet anlayışı ve Şah’ın ihtişam tutkusu; devrimin öfkesi ile modern savaşların gölgesinde birleşerek, İran’ın çok katmanlı tarihini bugüne taşımıştır. Her bir satır, bir medeniyetin izlerini taşırken her çatışma adeta bir şiirin yankısı olarak yeniden hayat bulur.