Blog

Gıda güvenliği mi dediniz; sokak yemeklerinin karanlık yüzü

Günümüzde ülkemizde sofraya oturmak, sanki mayın tarlasına adım atmakla eşdeğer konuma geldi. Temel bir hak olan güvenli gıdaya ulaşmak, neredeyse bir lütuf gibi sunuluyor. Yerli üretim, satış ya da tüketim aşamasında hiçbir ürünün arkasında tam bir güvenlik söz konusu değil. Bu gerçeği görmek için laboratuvara gitmeye gerek yok; etrafımızdaki durum yeterince işaret veriyor. Her gün yeni zehirlenme olayları, tağşiş raporları ve skandallar duyuyoruz. Türkiye, gıda güvenliği konusunda uçurumun kenarında duruyor; o uçurumun derinliklerinin karanlık olduğunu da bilir halde.

Gıda güvenliği, bir ülkenin geleceğine yönelik en hayati sorumluluk alanlarından biridir. Sofralarımıza gelen her lokmanın güvenli olması, sadece halk sağlığını değil, aynı zamanda ekonomik istikrarı ve toplumsal huzuru da sağlayabilmek için şarttır. Ne yazık ki Türkiye’de bu temel güvence mevcut değil. Gıda güvensizliği artık istisnai bir durum olmaktan çıkıp, toplumun kabul ettiği bir gerçek halini almış durumda.

Birkaç gün önce İstanbul’da yaşanan ve gurbetçi bir ailenin yaşamını yitirmesine neden olan gıda zehirlenmesi, bu dramın en çarpıcı örneklerinden biri. Almanya’dan tatil için gelen aile, sokak yemeklerinin cazibesine kapılarak zehirlenmenin pençesine düştü. Hamburg’daki Alman dostlar bile derin bir üzüntü içinde. Bu durum, rastlantı ya da bireysel ihmalkarlığın ötesinde, uzun yıllardır göz ardı edilen ve denetimsizlik ile umursamazlık yüzünden büyüyen sistemik bir sorunun acı yansımasıdır. Beşiktaş’ın hareketli Ortaköy semti artık neşeli kalabalıklar yerine üzücü bir haberle hatırlanıyor. Ortaköy’den ne zaman geçsem, hemen oradan yayılan hijyen eksikliğinin kokusunu alıyordum. Yani üzgünüm ama şaşırmadım.

Önce “Kumpir” yiyen aile; fırınlanmış patatesin iç harcıyla dolu halini tercih etti. “Midye dolma” ve “Tavuk tantuni” (Acılı lavaşa sarılı Mersin usulü tavuk dürüm) birinci derecede riskli ürünler arasında yer alıyor. Özellikle tavuktan kaynaklanan zehirlenme vakalarına sıkça rastlanıyor… İkinci derecede riskli ürünler arasında ise, muhtemelen tavuktan yapılan sucuk ve Kokoreç bulunuyor.

Bence Ortaköy’de ve ülkenin birçok yerinde aynı aksaklıklar mevcut: Yeterince yıkanmamış malzemeler, tam pişmemiş et ürünleri ve sokak satıcılarındaki yetersiz soğuk zincir sistemi.

Sağlık Bakanlığı, numune analizlerine devam ediyor; sonuçlar Salmonella veya E. coli gibi bakterilerin varlığını doğrulayabilir. Bu felaket, İstanbul’un sokak yemek kültürünün karanlık yanını ortaya koyuyor. Her yıl binlerce turist, benzer tehlikelerle karşı karşıya kalıyor.

Bu duruma, EgedeSonsöz‘de yer alan ve İzmir’de bir midyeci tarafından yapılan itiraf eklenince durum daha da çarpıcı hale geliyor:
Yıllarca seyyar satıcılık yaptım. O zamanlar kalan midyeyi atmıyor, ertelemeden yine karıştırıp veriyordum…

Bu sözler, sadece bireysel bir esnafın geçmişini yansıtmakla kalmıyor; kontrolsüzlüğün, başıboşluğun ve uzun süredir devam eden denetim eksikliğinin çarpıcı bir aynası olarak karşımıza çıkıyor. Bu ülkede gıda güvensizliği, bir “skandal” olarak değil, sessizce varlığını sürdüren sistemsel bir mesele haline geldi.

Tarımda aşırı kimyasal kullanımı, pestisit kalıntıları, et ve süt ürünlerindeki tağşiş, zeytinyağındaki karışım hileleri, merdiven altı üretim gibi durumlar… Bunlar artık şaşırtıcı değil. Asıl tehlike, toplumun bu duruma alışmış olması. Çünkü bir nesil bir şeye uzun süre maruz kaldığında, normalleştirmeye meyilli hale geliyor.

Denetim mekanizmalarındaki zayıflık, gıda piyasasını “kim daha çok hile yaparsa o kazanır” mantığıyla çalışmaya itiyor. Maliyet baskısı altındaki üreticiler, yetersiz destekler ve plansızlıkla mücadele ederken güvenli gıda üretmek adeta imkansız bir hale geliyor. Tüketici ise ne alacağını bilemez durumda; “Bu ürün sağlıklı mı?” sorusu yerini “Acaba zararlı mı olabilir?” endişesine bırakmış durumda.

Türkiye’de tüketici artık seçeneklerinin kısıtlı olduğunu hissediyor. Çünkü mesele, “hangi ürünü alsam daha iyi olur?” sorusunun ötesinde, “güvenebileceğimiz bir ürün kaldı mı?” sorusuna gelmiş durumda.

Kısacası, Türkiye’de maalesef gıda güvenliği hakkında konuşacak bir konumda değiliz. Bu, acı gerçekliktir. Ancak tablo, değişimin imkansız olduğunu kanıtlamıyor. Yapılması gereken, bilimin, aklın, şeffaflığın ve üreticilere gerçek desteğin egemen olduğu yeni bir başlangıca adım atmaktır.

Öncelikle bu gerçeği kabul etmeliyiz… Bu ülke, denetimsizliğin bedelini canıyla ödemektedir. Ve artık kimsenin buna tahammül edebilecek gücü kalmadı.

Artık karar zamanı… Ya toplumun temel hakkı olan güvenli gıdayı sağlayacağız ya da sofralarımız, herkes için bir sağlık kumarı olmaya devam edecek.

Bu meselelerle ilgili olarak, Slow Food’un çözüm önerilerimi bir sonraki yazımda paylaşacağım…

Yemek Kültürü Araştırmacısı ve Yazarı A. Nedim Atilla

Odatv.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir