İstanbul ve lüfer neden özleşmiştir
Bir şehri sevmek neden böyledir?
Belki de insanın doğduğu yer olması, geçim kaynağı sağlaması ya da sevdiklerini bıraktığı mekan olması yüzünden…
Fakat bazen, sadece özlemek yeterlidir.
Ara Güler’in sözleriyle: “Bir insan bir yeri özlüyorsa, o yer ona aittir.”
İstanbul söz konusu olduğunda, sevmek ya da nefret etmek için sayısız neden bulunur. Şehrin kalabalığı ve trafiği insanı bunaltabilir; tam ümidinizi yitirdiğiniz anda, bir sabah Boğaz Köprüsü’nden geçerken mor salkımlı erguvanların bir anda açılması ruhunuza tazelik katar. Bir köşe başında mimoza, bir meydanda çınar yaprakları… İstanbul’un sürprizleri çoktur; ancak en büyüğü her daim denizdir. Çünkü bu şehir, denizin kıyısında kalmaz, denizin içinde yaşar.
Karadeniz’in en taze denizi ile Marmara’nın en küçüğü, bu kentin kalbinde adeta akan bir nehir gibi birbirine karışır: Boğaziçi.
Ve deniz söz konusu ise, İstanbul’da balık demek lüfer demektir.
LÜFER, İSTANBUL’UN GERÇEK SAHİBİ
Bu şehirde lüfersiz yaşam düşünülemez.
Megaralılar şehri inşa ederken büyük bir başarıya imza atmıştı; Ahmet Rasim, “Balığın ne demek olduğunu bilmeyen, hele lüferi tanımayan gerçek İstanbullu olamaz” derdi. Eskiden İstanbul halkı “balık” deyince akla lüfer gelir, diğer balıklar ise ancak isimleriyle anılırdı.
Bir İstanbullu şöyle anlatır: “Maiden’s Tower’dan geçen lüferin tadı olmaz.”
Eskinin İstanbul’unda lüfer, sadece bir balık değil, bir ölçüydü.
Artun Ünsal’ın ifadesiyle, Boğaz’ın “beş ustasından” biri; belki de en güvenilir olanıdır.
ESKİ LÜFER AYİNLERİ
Lüfer, öyle bir balıktır ki hem avcısını hem de seyircisini büyüler.
Zaman zaman çırpınışıyla bir avizeyi andırırken, bazen ay ışığında gümüş yansıtan bir bıçak gibi parlar.
Kimilerine piranha kadar saldırgan, kimilerine ise masum bir ritüelin kahramanı gibi görünür.
Küçükken defne yaprağı, sonra çinekop, sonrasında sarıkulak, nihayet lüfer ve en olgun hâlinde kofana adını alır.
Karekin Deveciyan’ın 1915 tarihli efsanevi kitabında lüfer, en çok değinilen balıktır. Bosphorus’un tadını başka hiçbir yerde bulamadığını, ancak New York Limanı’nda benzerine rastlandığını yazar. Aynı eserde, İstanbul kıyılarının 52 kıyı ağ kafesiyle bezendiği ve balıkçılığın eskiden nasıl düzenli işlediği anlatılır.
Deveciyan’dan bugüne lüfer, Boğaz’ın tarih defterine kırmızı bir mühür gibi kazınmış bir isimdir.
LÜFERİN EDEBİYATTAKİ VE SARAYDAKİ İZİ
Tanzimat’ın büyük isimlerinden Recaizade Mahmud Ekrem’in babası Recai Bey, lüfer tutkusuna derinlemesine kapılmıştı.
Bir gece oltasına balık vuramayınca sinirlenen Recai Bey, karanlıkta bir adama yönelik sert sözler söylemiş; ertesi gün gelen mavi balık tepsisiyle bu adamın Sultan Abdülaziz olduğu anlaşılmıştı.
Sultanlar, lüferin yalnızca yanak etini tüketirdi; o yanaklar bugün hala İstanbul mutfağının en seçkin lezzetleri arasında yer alır.
Ahmet Rasim, “Lüfer denildi mi, İstanbullu hemen yönünü çevirir,” der. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Eylül ve Ekim gecelerindeki lüfer avını “Boğaz’ın en büyüleyici oyunu” olarak nitelendirir.
Aziz Nesin, bu solo ritüeli şöyle aktarır: “Olta havada gümüş gibi parıldayan lüferi salladığında, insan dayanamayıp o serin balığı öpmek ister.”
ŞİMDİ İSE BOĞAZ BOŞ, TEZGAH MAHALLE ARASI
Bugün Kasım ayının son günlerini yaşıyoruz. Eskiden bu dönemlerde hamsi, istavrit, çinekop dolardı; şimdi kıyılarda sessizlik hakim. Balık olmakla birlikte, bizim kıyımıza dokunmuyor. Büyük market zincirleri, balığı henüz tam balık haline gelmeden tekneden indirip alıyor.
Bir zamanlar “Beykoz kalkanı” ve “Bosphorus lüferi” masal gibi anlatılırdı.
Balıkçılar hâlâ haykırır:
“Lüfer var! Lüfer!”
Ancak bu ses, içinde bir sitem, bir hatıra ve biraz da umutsuzluk barındırır.
İSTANBUL’U LÜFERSİZ DÜŞÜNMEK
Bir balığı şehirle bu denli özdeşleştiren ne olabilir? Zor bulunması mı?
Elin ustalıkla tutulması mı?
Yoksa tatlı-sert karakterinin benzersizliği mi?
Belki de hepsi.
Ama en önemlisi: Boğaz’ın akıntısıyla uyum içinde dans eden lüfer, İstanbul’un ruhunu yansıtan tek canlı varlıktır.
Onu yitirdiğinizde şehirde hafif bir eksiklik hissedersiniz.
Her sabah oltaya yakalanmayan bir lüfer, İstanbul’dan biraz daha eksilen unutulmaz bir anıdır.
Birileri sorar:
“İstanbul’dan lüferi çıkarırsak geriye ne kalır?”
Belki bir kalabalık, bir gürültü, hatta denizin mis kokusu…
Ancak İstanbul’un kalbi, o çevik, kıvrak mavi balığın gölgesiyle atar.
Lüfersiz bir İstanbul, kendini tamamlayamaz.
Çünkü İstanbul, lüferdir; lüfer de İstanbul’dur.
Odatv.com
