Blog

Orta çağ sofraları nasıldı I Çileklerin isyanı kitabı neyi anlatıyor I Et tarih boyunca neyin simgesiydi

Bir tarih kitabı, yalnızca geçmişi mi yansıtır? Massimo Montanari, sofraların tarihine dair anlatılar üzerinden günümüzü anlamamıza ışık tutuyor. “Çileklerin İsyanı” kitabı, sadece bir gastronomi eseri değil; aynı zamanda yemeğin tarih boyunca sosyal mesaj, sınıf sembolü ve politik araç olarak nasıl evrildiğini gözler önüne seren bir yansımadır.

YİRMİ BİR SOFRA HİKAYESİ, YİRMİ BİR TOPLUMSAL OKUMA
Montanari’nin kaleme aldığı Çileklerin İsyanı, yirmi bir kısa fakat çarpıcı anlatımla okuyucuyu Avrupa Orta Çağ mutfak kültürü ve sofralarına götürüyor. Her hikaye, sıradan bir yemek anlatımının ötesinde; güç dinamikleri, sınıf ayrımları, dini inançlar, ekonomik çalkantılar ve kültürel davranış biçimleri bu sofralar etrafında hayat buluyor. Yani, kitapta yemek yalnızca tüketilen bir madde değil, aynı zamanda toplumun ruhunu anlamanın ve dönemin izlerini yakalamanın bir aracı olarak sunuluyor.

ETİN KEMİKLERİYLE VERİLEN MESAJ
Kitabın ilk öyküsü, 12. yüzyılda kaleme alınmış bir manastır metnine dayanıyor. Bu hikayede, devrik bir kralın oğlunun, düşman kralın sarayında düzenlenen gizli bir davete katılması, kemikli etleri iştahla tüketip kemiklerini sandalyesinin altına toplaması anlatılır. Burada et, sadece besin değeri taşımayan bir unsur; statü, güç ve erkeklik göstergesidir.

Orta Çağ toplumunda av hayvanları (geyik, sülün, yaban domuzu) gibi elde edilmesi güç gıdalar, zengin ve savaşçı erkeklerin sofralarını süslemiştir. Etin iştahla yenmesi, kemiklerin elle sıyrılması, adeta rakibin alt edilmesinin sembolüydü. Sofradaki iştah ve cesaret, savaş alanındaki kudretin simgesiydi.

Bu anlatı, yemeğin yalnızca bedeni doyurmadığını, aynı zamanda karşı tarafa sessiz ama etkili bir uyarı niteliği taşıdığını gözler önüne seriyor. Etin bu denli anlam yüklenen kemiklerinin kırılmaması, hayvanın postunun içine yerleştirilip yeniden hayat bulacağına dair inancın ifadesi, bereket ve sürekliliğin nişanesiydi. Hristiyanlık öncesi döneme ait bu inanç, din kurallarıyla çatışmış ve uzun yıllar etkisini sürdürmüştür.

AÇLIĞIN MUTFAĞI: 1338 ROMA’SINDA GIDANIN YOKSUNLUĞU
Kitabın en dikkat çekici bölümlerinden biri, 14. yüzyılda Roma’da yaşanan kıtlık döneminden esinleniyor. O yıl kış mevsimi aşırı sert geçerken, sürekli yağışlar nedeniyle toprak çamura dönüşmüş ve ürünler bozulmuştur. Bu süreçte, buğday neredeyse bulunmaz hale gelmiş; halk artık ekmeklerini buğday yerine çavdar, arpa, yulaf gibi tahıllardan ya da kestane unu, bakla gibi alternatif malzemelerden üretmiştir.

Buğday ekmeği, zengin sınıfların sembolü haline gelirken, alt sınıflar farklı tahıllardan hazırlanan ekmeklere yönelmişti. Sofradaki her unsur sınıfsal bir çizgi çiziyor; yabani otlar, enginar, turp ve nane özellikle yoksulların temel besin kaynakları olmuştur. Ancak Montanari’ye göre bu yoksunluk, aynı zamanda yaratıcılığın da kapısını aralamıştır. Açlık mutfağı, zorunluluğun getirdiği zeka ile ortaya çıkmış ve günümüzde İtalyan mutfağının bazı köklerine ışık tutmaktadır.

Orta Çağ sofralarında kimlik, sınıf ve isyan - Resim : 2

YE KÜRKÜM YE: DANTE’NİN SOFRASINDAKİ SESSİZ ELEŞTİRİ
Bir diğer unutulmaz öykü, ünlü şair Dante Alighieri’nin Napoli Kralı’nın oğlunun düzenlediği davete geç katılmasıyla başlıyor. Yolculuk yorgunluğu ve sade kıyafetleriyle sofraya oturan Dante, düşük statüde sayılan bir masada yalnızca basit yemeklerle ağırlanır. Ancak daha sonra ev sahibinin kraliyet mensubu olduğunu fark etmesi üzerine yeniden davet edilir. Bu sefer, gösterişli kıyafetleriyle gelen Dante, masanın baş köşesine yerleştirilir; fakat bu kez yemeği kıyafetlerine dökerek bir protesto gerçekleştirir: “Yemekler kıyafetlere bulaştı, onların tadına bakılmalı.”

Bu sahne, toplumun sadece dış görünüşe verdiği değeri ve içeriğin göz ardı edilişini çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Anadolu’da anlatılan “Ye kürküm ye” fıkrasının Avrupa versiyonu olan bu öyküde, kültürler farklı olsa da, toplumların ikiyüzlü değer yargılarına verdikleri tepkiler oldukça benzerdir.

Orta Çağ sofralarında kimlik, sınıf ve isyan - Resim : 3

ÇİLEKLERİN İSYANI: MEVSİMİ OLMAYAN GÜÇ GÖSTERİSİ
Kitaba adını veren bu hikaye, 1668 yılında İsveç Kraliçesi Cristina’nın Roma’ya gerçekleştirdiği ziyafet yolculuğunda yer alıyor. Montanari’nın anlattığına göre, yolculuk sırasında bir durakta kendisi için hazırlanan gösterişli sofrada çilekler öne çıkıyor. 27 Kasım tarihinde düzenlenen davette, İtalya’nın kış mevsimine girdiği bir zamanda tabaklarca çileğin sunulması, imkânsız görünse de başarıyla sergilenmiştir. Bu noktada çilek, yapay bolluğun, paranın ve iktidarın simgesi olarak ortaya çıkar.

Kraliçenin bu gösterişli sofrası, yalnızca bir ağırlama töreni olmanın ötesinde bir mesaj taşır: “Mevsime hükmedebilecek kadar zenginim. Doğa, zaman ve lojistik zorluklara karşı koyabilirim.” Anlatı, yemeğin bir iletişim aracı olduğunu vurgularken, damak zevkinden ziyade imaj ve otoriteye hizmet ettiğini gözler önüne seriyor.

GIDA, ERİŞİM VE EŞİTSİZLİK ÜZERİNE
Çileklerin İsyanı, yalnızca geçmişin izlerini taşımakla kalmıyor; aynı zamanda günümüz dünyasına da ayna tutuyor. Tıpkı 14. yüzyılda buğday ekmeğinin lüks bir ürün haline gelmesi gibi, günümüzde de kaliteli ve sağlıklı gıdaya erişim, küresel ölçekte büyük bir eşitsizliği gözler önüne seriyor. Organik ürünler, taze meyve-sebzeler veya sürdürülebilir gıdalar, dünya nüfusunun küçük bir kesiminin ulaşabileceği kaynaklara dönüşmüştür.

Bazıları yılın her günü çileğin tadını çıkarırken, diğer kesimler temel gıda maddelerine dahi ulaşmakta zorlanıyor. Sofralar, hala sınıf farklarını, politik tercihleri ve ekonomik adaletsizlikleri net şekilde ortaya koyan en belirgin alanlardandır. Gıda, yalnızca bir besin kaynağı değil, aynı zamanda temel bir haktır; ancak bu hak, ne yazık ki eşit dağılmıyor.

Montanari’nin sofra hikayeleri, geçmişte olduğu kadar bugün de ne yediğimizin, nasıl yediğimizin ve kiminle yediğimizin bizi nasıl tanımladığını ortaya koyuyor. Günümüz sofraları da, tıpkı Orta Çağdakiler gibi, pek çok şeyi fısıldıyor; ama bu sessiz çığlıklara dikkat etmedikçe ulaşmak zor olabiliyor.

Tükettiğimiz yemekler, yalnızca bedeni beslemekle kalmıyor; aynı zamanda tarihimiz, kimliğimiz ve sosyal konumumuz hakkında da ipuçları veriyor. Sofralar, insanlık tarihinin en samimi olduğu kadar en politik mekanları olmaya devam ediyor.

Emine Tunadan

Odatv.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir